No: 309 dizisinin Pelinsu’su İrem Helvacıoğlu, mevsimin dinamik havasını fırfırların eğlenceli kıvrımlarıyla yansıtıyor.
Albay rütbeli bir askerin, bildiğini okuyan asi kızı… Kulağa etkileyici geliyor, değil mi? Zaten yeşilin en güzel tonuyla mühürlenmiş gözlerinin tesirinden, bizi ancak bu denli çarpıcı bir girizgah kurtarabilirdi! Doğruya doğru; kayıt tuşuna basmadan evvel, odağımızı çağla rengi bakışlarından sözlerine kaydırmakta biraz güçlük çekiyoruz. Fakat röportaja başladığımız dakika
No: 309’un fettan kumralının fiziksel özellikleri, hayatının dizginlerini elinde tutmaya ant içmiş inatçı bir çocuğun gölgesinde kalıyor. 1990’ın nisanında babasının görevi dolayısıyla Almanya’da doğan minik İrem, iki yaşından itibaren aynı sebepten Türkiye’nin çeşitli kentleri arasında mekik dokuyor. Önce Erzurum, akabinde Ankara ve Malatya’ya taşınıyor, 13’ündeyken ise Ankara’ya geri dönüyor. Bu süre zarfında, insan ilişkilerine müfredatlardan daha fazla yoğunlaşıyor; sosyalleşmek adına halk oyunları ile voleybol takımlarına katılıyor, resme, tekvandoya, izciliğe merak sarıyor.
Tiyatro sevdası da henüz 11’inde, yine kalabalığa karıştığı bir esnada alevleniyor: “Malatya’daki izci kampında, hepimizden seçtiğimiz herhangi bir dalda gösteri sergilememiz istenmişti, ben de tiyatroda karar kılmıştım. Ve anladım ki sahnede çok mutluyum. Farklı bir karaktere ruh katmaktan bayağı haz alıyordum. Şovun bitiminde ailemin bana gururla bakması da motivasyonumu yükseltti, bu yolda ilerlemeyi kafama koydum,” diyor ve konuşmasını kararlı tabiatından bahsederek sürdürüyor, “Babam, pozisyonu gereği yönetmeye çok alışıktı. Programlı, disiplinli davranmak hep önemliydi evimizde. Bense biraz dikbaşlıydım, planlardan hiç hoşlanmadım. Nitekim münakaşalarımız hep bu yüzden çıkmıştır. Fakat çabalarımı gördükçe, o da annem ve ablamla birlikte her adımımı destekledi.”
Ergenlik evresinde tüm akranları misali meslek tercihi konusunda tereddüte düşse de, liseyi tamamlamak üzereyken gerçekleşen bir rastlantı aklındaki ‘acaba’ların kökünü kurutuyor. Geleceğini şekillendiren o tesadüfü ve peşi sıra edindiği tecrübeleri şöyle anımsıyor: “Bir gün hastanede, üç kızı da tiyatroyla uğraşan bir kadınla karşılaştım. Beni onlarla tanıştırdı ve yardımları sayesinde konservatuara hazırlandım. İlk sınavda başarıya ulaşamadım. Ertesi yılki imtihandan önce, bir yandan Müjdat Gezen Tiyatro Okulu’na gidiyor, diğer taraftan kafede çalışıyordum. Mağazada kasiyerlik de yaptım. Böylece dış dünyayı deneyimledim; hem özgüvenim hem de ebeveynlerimin bana inancı arttı.”
Konservatuar biletini kaptıktan sonra birkaç yerel projede ufak roller üstlendiğini belirtiyor ve devamında sürpriz biçimde gelişen İstanbul macerasına değiniyor: “Bir arkadaşım Uçurum isimli dizi için Rus aksanını kotaracak birini aradıklarını iletti, ben de İstanbul’da yetkililerle görüştüm. Çok geçmeden tekrar çağırdılar ama durum netlik kazanmadı. O sırada, fırsattan istifade başvurduğum Muhteşem Yüzyıl’dan olumlu dönüş sağladılar ve çekimlere start verdik.” Oyunculuğu dipsiz bir kuyu şeklinde tanımlayan oyuncu, tekdüzeliğe yönelik mesafeli duruşunu, “İçimde bir sürü kadın var ve onları çıkarmayı arzuluyorum. İyinin de kötünün de pek çok versiyonu mevcut. Ben de her seferinde değişik kimliklere bürünmeyi hedefliyorum. Düşlerimi, Sherlock Holmes minvalinde aşırı dikkatli veya Orphan Black’deki gibi sekiz kişiyi birden temsil eden kadın karakterleri süslüyor,” cümleleriyle özetliyor. Şimdilerde canlandırdığı Pelinsu’yu, kötüden ziyade takıntılı sıfatıyla özdeşleştiriyor; bazı açılardan eleştirse de, şartlar icabı başkasıyla düzmece bir evliliğe yelken açan eski sevgilisinin yavaş yavaş müstakbel karısına kapılmasına hırslanmasını totalde haklı buluyor.
Güneş’in Kızları’nın Tuğçe’si ise şöhret basamaklarını hızla tırmanmasının tartışmasız en büyük etkeni. Dizinin yayınlandığı 2015 yazından beri Instagram’da sürekli kabaran takipçi listesi, halihazırda 700 binden fazla hayranıyla dolup taşıyor. Sosyal medyanın yeni nesil star adaylarını bir gecede üne kavuşturduğunu hatırlattığımızda, fikirlerini samimiyetle aktarıyor: “Aslında tam tersi vakalar da yaygın; mesela seyirci, seni sırf partnerinle yakıştırdığı için destekleyebiliyor ve iş değiştirdiğinde popülariteni yitirebiliyorsun. Bu bağlamda, kıdemli sanatçıların konumunu daha sağlam olarak nitelendiriyorum.”
Yalnızca genelgeçer mevzuları açık yüreklilikle yorumlamıyor, kalbine sızmaya niyetlendiğimizde de kapılarını ardına dek aralıyor. Sorar sormaz, beş aylık beraberliğini ayrıntılarıyla anlatmaya koyuluyor: “Ben hareketliyim, erkek arkadaşımsa ağırbaşlı, dengeliyoruz birbirimizi. Yan yana olmamız bile eğlenmemize yetiyor! Ayrı şehirlerde oturduğumuzdan akşamları telefonda günümüzü karşılıklı detaylandırır, bundan mutluluk duyarız.”
Hislerinin temelinde doğallık yatıyor; asla taktik uygulamıyor, ilgisi ile sarmalamaktan gocunmuyor. Empatiye yatkınlığı ve realist düşünce yapısını şu ifadeleriyle ispatlıyor: “Ondan, benim kadar sevmesini ya da ben söyledim diye hislerini dile getirmesini beklemem. Farklılığımızı yabana atıp benzer tavırlar takınmamızı umamam. Ne özgürlüğünü kısıtlarım ne de benimkini engellemesini isterim, bir tek saygıyı önemserim.” Pozitif huylarına deli doluluğu ve cana yakınlığını örnek gösteriyor, patavatsızlığından ise yaka silktiğini vurguluyor. Hayallerini yazmaya ve kickbox’a bayılıyor, üzüntüsünü neşeli şarkılar eşliğinde resim çizerek dağıtıyor. İleride metropolden uzağa, sakin bir bölgeye kaçmayı diliyor. Karavanıyla kıtaları aştığını duyarsanız da şaşırmayın!