Kadın ve erkekler arasındaki biyolojik farklılıkları ifade eden cinsiyet kavramı, toplumsal temelde farklı kavramlar, simgeler, davranış tutumları ve düşüncelerle ilişkilendirilerek başka bir boyut kazanır. Kadınların ve erkeklerin farklı sosyal ve kültürel yapılara göre değişkenlik gösteren rolleri, sorumlulukları ve kendilerinden beklenilen tutum ve davranışlarını toplumsal cinsiyet kavramıyla ifade ediyoruz. Bu kavramı doğru şekilde anlayabilmek için öncelikle iki yönünü açıklığa kavuşturmamız gerekir. Toplumsal roller sosyal ve kültürel yapılara bağlı olarak şekillenir fakat bu durum, tanımlanan rollerin “doğal” olduğu anlamına kesinlikle gelmez. “Bir kadının doğasında ya da fıtratında anne olmak vardır”, “her erkek asker doğar” gibi söylemler sosyal olarak inşa edilmiş kimi değerlerin normalleştirilme çabalarıdır. Toplumsal rollerin doğal olmadığı gerçeğine bağlantılı olarak ikinci önemli unsur ise toplumsal cinsiyet kavramlarının dinamik oluşudur. Başka bir deyişle, toplumsal cinsiyet durağan bir kavram değil; aksine toplumsal etkileşimlerle sürekli yeniden yarattığımız dinamik ve değişken bir kavramdır.
Toplumsal cinsiyet üzerine yazılan çok geniş bir literatür bulunmasına rağmen en yenilerinin dahi temel cinsiyet tanımlamaları ve toplumsal cinsiyetin ne olduğu ve ne olmadığına dair görüşlerle başladığını görürsünüz. Bunun nedeni toplumsal cinsiyetin tam olarak “tanımlarla” ilişkili bir konu olmasıdır. Kadınlığı ve erkekliği tanımlamak, bu tanımlar üzerinden duyguları ve davranışları kimi kalıplarına yerleştirmek doğrudan toplumsal cinsiyet meselesidir. Öyleyse tanımlar üzerinden gitmeye devam edelim: Toplumsal cinsiyet eşitliği ne anlama gelir?
Toplumsal cinsiyet eşitliği fırsatları kullanmada, kaynakların ayrılmasında ve kullanımında, hizmetlere erişimde ve hizmetlerden yararlanmada bireyin cinsiyeti nedeniyle ayrımcılığa uğramaması olarak tanımlanabilir. Bu konuya eğitim özelinde bakarsak da eğitimde eşit muamele, eşit fırsatların sunulması, eğitimin kalıp yargılardan arındırılması olarak ifade edebiliriz.
Toplumsal cinsiyet kavramlarının öğrenilmesi bebeklik döneminde bilinçsiz bir şekilde başlar. Çocukların cinsiyet rollerine ilişkin bilgiler önce aileye, sonra çevreye (okul, sokak vb.) ve günümüzde çok etkili olan kitle iletişim araçlarının ilettiği mesajlara dayanmaktadır. Çocuklar bu rolleri gözlemler, taklit eder, öğrenir ve benimser. Çocukların iki yaşından itibaren cinsiyetin ne olduğuna ilişkin anlayış geliştirdiklerini biliyoruz. Beş-altı yaşlarına geldiklerinde ise kadınlar ile erkekler arasındaki anatomik cinsiyet farklılıklarını toplumsal cinsiyet rolleriyle özdeşleştirmeye başlarlar. Oyuncaklarını cinsiyet rollerine göre sınırlandırırlar. Bebeklerle oynamayı keyifli bulan bir erkek çocuğu araba gibi oyuncaklara yönelir. Benzer şekilde, büyüklerinden duyduğu gibi erkeklerin güçlü olmak zorunda olduğunu kadınların ise hassas ve kırılgan olduklarını düşünebilir. Bu özdeşleştirme süreci çocukların hem düşünce yapılarını kısıtlamaya başlar hem de toplumdaki eşitsizlikleri besler. Bu noktada bir diğer kavram öne çıkıyor: Toplumsal cinsiyet körlüğü.
Toplumsal cinsiyet körlüğü; sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bağlamlarda tanımlanan farklı cinsiyet rollerini görememe ve bu durumun eşitsizlik yarattığını anlayamama durumudur. Örneğin eğitim materyallerindeki meslekleri tanıtan bir görselde tek bir cinsiyetin ağırlıklı olduğunu fark edememe durumu bu rollerin çocuklar tarafından benimsenmesine neden olabilir. Bu durumda bilime ilgi duyan bir kız çocuğu o görseldeki “bilim adamını” kendine rol model olarak alamayabilir. Toplumsal cinsiyet kalıp yargılarının kısıtlayıcı, bireyin gelişimini engelleyici etkileri sorgulanmaya başlandığı zaman ayrımcılık ve eşitsizlik fark edilir ve ancak o zaman davranışlarda eşitliğe doğru bir yönelim başlar. Eğitim sürecinde toplumsal cinsiyet farkındalığı olan öğretmenlerin varlığı bu anlamda çok büyük bir önem taşır. Bu öğretmen kız ve erkek öğrencilerine benzer görev ve sorumluluklar vererek çocukların hayal güçlerini besler ve daha duyarlı bireyler olarak yetişmelerine katkıda bulunur. Eşitliğin sağlanması, her bireyin kendisini, kişisel becerilerini geliştirmesini, kaynaklara ve fırsatlara erişimini güvence altına alır.
Okullar çocukların sadece matematik, fen, Türkçe gibi alanlarda bilgilendiği mekanlar değildir. Çocuklar bu mekanlarda toplumsal yaşama hazırlanır. Bu nedenle okullarda eşitlikçi eğitimlerin yapılması eşitlikçi toplumlar için hayati öneme sahiptir. Öte yandan, eğitimde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak kendiliğinden oluşan bir süreç değildir. Yüzyıllara dayanan kalıpları yıkmanın tek yolu, sistematik bir eğitim dönüşümünden geçer. Eğitim kurumlarında cinsiyet rollerinin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan eşitsizliklerin gündeme taşınması ve fark edilmesi gerekir. Bu bilinçlenmenin ardından kız ve erkek öğrenciler arasındaki farklılıkların azaltılması için yapılabileceklerin belirlenmesi ve belirlenen planın etkili şekilde uygulanması gerekir. Erkek çocuk sahibi ailelerin çoğu, çocuklarının okulda saldırgan davranışlarda bulunduğuna dair şikayet almıştır. Bu durum, çocukların üzerlerinde hissettiği başarılı olma kaygısından kaynaklanıyor olabilir. Çünkü pek çok araştırma ailelerin erkek çocuklarından kızlarına oranla daha fazla başarı beklediğini ortaya koyuyor. Diğer taraftan kız çocukların içine kapanık olması da sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu da kızların kendilerine dayatılan uslu olma baskısının yarattığı özgüvensizlikten kaynaklanıyor olabilir. Çocukların cinsiyetlerine bağlı olarak nasıl görünmeleri, düşünmeleri, hissetmeleri ve davranmaları gerektiğine ilişkin kalıplaşmış yargılar ve beklentiler tüm yaşamlarını temelden etkiler. Çocuğumun mizacı böyle, kendine özgü karakteri bu şekilde gibi söylemlere dayanmak yerine öncelikle toplumsal cinsiyet körlüğünden kurtulmamız gerekiyor.